Translate

Tuesday, April 28, 2015

Seçimle Gelen Hakimler: ABD Yargısında Hakimlik Seçimleri

ABD’de yargı sistemi yürütmeden bağımsız. Yani seçilmişler mahkemelere nüfuz edemiyorlar. ABD’nin kurucularından Hamilton yargının bağımsız olmasını iki sebeple istiyor: İngiliz mahkemelerinde kral ile hakimler arasında gerilim çıktığı  ve  sömürge döneminde ahbap çavuş ilişkisi ile liyakatsiz hakimler atandığı için.


Sistem nasıl işliyor?

Her eyaletin ilk derece mahkemeleri (belediye ve bölge mahkemeleri), temyiz mahkemeleri ve yüksek mahkemesi ile eyalet mahkemeleri ve federal üst mahkeme yargı sistemini oluşturuyor.

Eyalet Yüksek Mahkeme Hakimleri:

 Pek çok eyalette halk, hakimleri seçimle iş başına getirir. Adaylar, eyaletten eyalete farklılık gösteren bir yolla,  belirli süreler için seçilirler. Bazı eyaletler, hakim adaylarının aynı zamanda bir siyasi parti adayı olarak oylanmasını kabul ederken, bazıları hakimlerin siyasi partilerden bağımsız adaylar olarak seçimlere girmelerini kabul eder.

Siyasi Partiler ile Bağlantılı Olan Hakimlerin Seçimle Göreve Gelmeleri ve Devam etmeleri:

Bu durumda hakim adayı, aynı zamanda, Demokrat veya Cumhuriyetçi veya diğer partilerden birinin adayıdır ve partiler kendi adaylarının seçim kampanyasında harcayacağı parayı finanse eder. Seçimde halk her adayın bağlı olduğu partiyi gösteren bir oy pusulasını oylar. Bu yöntem 7 eyalette kulanılıyor (Alabama, İllinois, Louisiana, New Mexico, Pennsylvania, Teksas, Batı Virginia).  Bazı eyaletlerde (Teksas ve Alabama) eyalet yüksek mahkemesi hakimini belirlemek için ön seçim yapılır. Ön seçimde daha önce belirlenmiş kurallar çerçevesinde tüm seçmenler veya sadece parti üyeleri oy kullanabilir. Bunların dışındaki üç eyalet Michigan, Kuzey Carolina, ve Ohio. Bu üç eyalette hakimlerin göreve getirilmesi veya görevlerinin devamının sağlanması için karma bir yöntem kullanılıyor.

ABD’nin 20 eyaletinde ilk derece hakimleri göreve parti seçimleri ile geliyorlar ve süreleri dolduğunda görevlerine seçimlerden galip çıkarak devam ediyorlar. 9 eyalette temyiz mahkemelerinde görevli hakimler yine bir parti kanalıyla seçiliyor.  Buna karşılık Arizona eyaletinde tüm hakimler atama ile göreve geliyorlar; Indiana eyaletinde ise  vergi mahkemesi gibi bazı mahkemelerin hakimleri atanıyor; diğerleri seçimle iş başına geliyor.

Bu yöntemin zayıf noktası, seçimler sırasında partili iş adamlarından alınan büyük miktardaki paralar ve hakimlerin tarafsızlığı konusunda duyulan şüpheler. (Hakimlerin seçim kampanyalarında milyonlarca dolar harcanıyor.[1])

Siyasi Partiler ile Bağlantılı Olmayan Hakimlerin Seçimle Göreve Gelmeleri ve Devam etmeleri:

13 eyalette hakimler bağımsız adaylar olarak seçimlere giriyorlar. Yani oy pusulasında herhangi bir parti amblemi yer almıyor; sadece hakimlerin fotoğrafları ve isimleri yer alıyor.

Bu yöntem 1832’de ilk kez Mississipi eyaletinde kullanılmaya başlıyor ardından aralıklı olarak eyaletler bu sisteme geçiyor. 1927’de 12 eyalet  bağımsız hakim seçimlerine karar veriyor. 1940’lı yıllarda diğer bazı eyaletler bunu izliyor. Bugün 18 eyalette bu yöntem uygulanıyor.

Bu sistemin güçlü tarafı; hakimlerin siyasi partilerden bağımsız aynı zamanda verdikleri karardan sorumlu olmasını gerektirmesi. Bu yöntemin zayıflığı  ise şeffaflıktan uzak olması. Siyasi partiler, adayları  üstü kapalı bir şekilde destekliyor. 2010 yılında Ohio hakim seçimlerinde hakimlerin hangi partiye bağlı olduklarını belirtmeleri yasağı kaldırıldı. Böylece hakim adayları, yasaya göre bağımsız olarak seçimlere girmek zorunda olsa bile bir partinin seçmenlerini etkileyebilme gücü elde ettiler. Diğer bir zayıf yön de hakimin siyasi düşüncesine göre hangi kararı vereceğinin önceden kestirilebilmesi.

Hakimlerin Görevden Uzaklaştırılması:

Yukarıdan anlaşılacağı gibi çoğu eyalette hakimlik klasik anlamda bir devlet memurluğu değil. Yani meslekte yükselmek için halktan destek almaları gerekiyor.  Yerel halkın ihtiyaçlarına seslendikleri sürece görevlerine seçimler kanalı ile devam edebiliyorlar. 

Bunun dışında hakimler mahkeme kararı ile görevden uzaklaştırılabilir; eyalet meclisleri  ve senatolar nitelikli oy çokluğuyla hakimlerin görevlerini sonlandırabilir. Meclis kararı ile hakim seçimlerinin yeniden yapılması istenebilir. Hakimler görevi kötüye kullanma suçundan yüksek mahkeme tarafından yargılanabilir. Hakimler kurulları tarafından disiplin cezasına çarptırılabilirler, emekliye sevk edilebilirler veya görevden ayrılabilirler.

Anlaşılacağı üzere; sistemin niceliksel olarak demokratikliği sağlanmış durumda. Yürütme, yasama ve yargı arasındaki ayrım çok net. Fakat sistem siyasetten ve sermayenin kontrolünden kendini tamamen sıyıramıyor. Kampanyalara, hakim adaylarına, siyasetçi ve iş adamlarından yüzlerce veya milyonlarca dolar destek geliyor. Bu durumun önüne geçmek için eyaletler bütçelerinden adaylar için yüzbinlerce dolarlık fon uygulaması başlatıyorlar. Dar anlamda özel sektör ve devlet gerilimi ile Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasındaki mücadele yargı alanının arka planında kendini gösteriyor.




Monday, April 27, 2015

Demokratik Bir Ülke ve Hakim Kararları



Demokratik bir ülkede hakimler kararlarını hukuka uygun alırlar. Hukuk yazılı normlar yanı sıra teamüllerden oluşur ve kararlarını verirken vicdanlarının da sesini dinlerler. Bu noktada onların tek ihtiyacı, evrensel bir hukuk nosyonudur. Vatandaşlar da bu nosyona güvenirler, zira anayasa dışındaki tüm kodifikasyon gelip geçicidir; hatta bazı şartlarda anayasalar da yeniden yapılır.

Demokratik bir ülkede hakimler tek bir merkezden yönetilmezler. Tek merkez onları kendine bağlı memurlar haline getirir ki yargının düşeceği en büyük bunalım bir merkeze ram olmaktır.

Gördüğüm ve izlediğim kadarı ile ABD’de eyalet hakimleri federal hakimler ile farklı yönde kararlar alabiliyorlar. Hatta anayasa mahkemesinin (en yüksek mahkemenin) kararına rağmen herhangi bir hakim farklı yönde bir karar verebiliyor. Ancak burada yapılmayan şu: Seçilmiş yöneticiler kendi görüşlerini bildirseler dahi yargı üzerinde egemen değiller. Yani yargı kararları öyle ya da böyle yürüyor. Yargı uzlaşmazlıkları yine yargı içinde çözülüyor; çözülemediğinde de mahkeme kararı kesin sayılıyor.

Ülkemizde yaşanan tahliye kararlarının (25 Nisan 2015’te Hidayet Karaca ve 75 kişi için verilen) ardından,  kararların butlan yani yok hükmünde olduğunu savunan hükumet yapılanın kendisine karşı bir girişim olduğunu düşündü. Kontrolünden kaçan yargının yaramaz çocuklarını (!) da görevlerinden uzaklaştırdı.  Demokratik ülkede yürütmenin yargı üzerinde bu kadar egemen olması güçler ayrılığı ilkesine aykıdır ve ülkenin kategorisini demokratik olmaktan çıkarır. Demokrasi sadece sandığa gidip oy saymakla yaşanmaz. Demokrasi kurumları  ile yaşanır. ( Mısır’da Mursi niçin kendisini parmaklıklar ardında buldu? Çünkü ülkenin demokratik kurumları-anayasa bunlara dahil – yerleşmemişti.)

Bugün gelinen nokta bariz bir şekilde gösteriyor ki yargının yürütmeden tamamen ayrılması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu vesile ile Türk yargı sisteminde yürütmenin ne kadar egemen olduğu gözler önüne serilmiş oldu.

Farklı hakimler farklı karar verebilirler mi? Evet verebilirler. Bu, demokrasinin işleyişini gösterir. Hakimler yasalara ve anayasaya uygun olan her kararı verebilirler.

Democracy can be a little messy at times. Demokrasi bazen karmaşık olabilir. Bundan ürkmemek gerek. 





Sunday, April 26, 2015

ERMENİLERLE BARIŞMAK I



1915 yılında Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu tarafından Suriye’ye sürüldü. Yönetimin bu kararı niçin aldığı konusunu sonraya bırakarak bugün Ermenilerle uluslarası alanda yaşadığımız problemin sebeplerine taraflara uzaktan bir bakışla analiz etmeye çalışacağım:

2014 yılında Türkiye Cumhuriyeti başbakanı Ermenilerin acılarını paylaştığını –devlet düzeyinde ilk kez- dile getirerek bugün hayatta olan yakınlarına taziyelerini iletti. Bu insani mesajın, Türkiye’deki Ermeni toplumunda yansımaları genel olarak olumlu oldu. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti devleti ilk kez Ermeni azınlığı ile yakınlaştı; onlarla aynı tarafta olduğunu gösterdi.

Bu husumetin tarihsel olmayan sebeplerini şöyle açıklayabiliriz:

Millet formasyonu: Ermeniler için 1915 olayları, İsrail modeline benzeyen bir devletleşme yolunun önünü açabilecek bir araç olarak görüldü. Böylece acılarını yeni kuşaklara aktararak ‘ortak acı’ üzerinden kimliklerini yeniden inşa ettiler. Ancak kuşaklar ilerledikçe rasyonaliteden uzaklaşıp tek taraflı romantizmin kucağına düştüler.

Sözlü tarih yazımı: Belgelere ulaşma yolunun kapalı olması Ermenileri anılar üstünden kurulan ‘sözlü tarih’ yazımına itti.  Bu anıların objektifliğine güvenmek zorunda kaldılar.

Diasporanın gücü: Yurt dışında yaşayan Ermeniler ‘soykırım’ kelimesinin ve diasporanın siyasi alanda gücünü gördüler. Nazilerin Yahudilere uyguladığı soykırım uluslararası entelejensiyanın her zaman desteğini kazandı; böylece yurt dışında Yahudi lobileri bulundukları ülke siyasetinde güç haline geldiler. Ermeniler de aynı yolu izleyerek bulundukları ülkelerde sivil güç konumuna gelmeyi hedeflediler.

Türkiye Ermenileri: Türkiye’de yaşayan Ermeniler ‘millet’ tanımı karşısında daha çok özgürlüklerden yana tavır aldılar. Etnik kimlik siyasetinden ziyade, toplum içinde eşit var olma mücadelesini verdiler; Türk toplumu için  ‘ortak iyi’yi aradılar.

Halihazırdaki Hükumet açısından: Hükumet, 19. yüzyıl Avrupa’sından devşirilen ‘ulus devlet’ inşasında azınlıkları, ve tabii ki dindar çoğunluğu, İttihat ve Terakki’ye olan kinlerinin bir aracı olarak kullanmak için fırsat olarak gördü.  Böylece İttihat ve Terakki’nin kurguladığı ulus devlet inşasının aktörlerini tamamen siyasi alandan yok ederek yeni bir reformun kapılarının aralanmasında Ermeni açılımı diğer açılımların yanında başka bir siyasi bir araç oldu. Nitekim, başbakan Davutoğlu da Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden kurguladıklarını 2013’ten beri sık sık kullandığı ve hükumet programına aldığı ‘revize’ sözü ile destekledi.

Ermeni sorusu, tek taraflı bir soru değildir.  Bugün, karşılıklı kutuplaşmak yerine,  egemen gücün mağduru olmuş olan Ermenilerin acısını anlamak ve geçmişteki terörist Ermeni organizasyonlarının Osmanlı halkına tarihte yaptıklarını birlikte değerlendirmek ve karşılıklı iletişimin, toplumların birbirlerini anlamalarının yolunu açmak gerekir.


Saturday, April 25, 2015

Din Özgürlüğü: İbadet Özgürlüğü Bağlamında Şapel ve Mescit


Bu yazı saygıdeğer Hocam Atilla Yayla’nın Yeni Şafak’ta yayımlanan Budizm, İslam ve Din Özgürlüğü yazısı üzerine yazılmıştır. [1]

Atilla Yayla, liberalizmin bilimsel ve gerçek yorumu ile Türkiye’ye girmesini ve yayılmasını sağlamış, çok değerli bir bilim insanıdır ve çalışmalarımda beni her zaman nezaketle cesaretlendirmiştir. Kendisine şükran borçluyum.

Atilla Yayla’nın 2013 yılından bu yana yayımladığı yazılarının beni sürekli şaşırttığını söylemek istiyorum. Son olarak yukarıda bahsi geçen yazısı ile bir kez daha şaşırdım. Hoca, İTÜ’deki bir takım öğrencilerin mescit isteklerine karşı rektörlüğün olumlu cevap verdiğini ve bir takım öğrencilerin sadece Müslüman öğrencileri bloke etmek için Budist tapınağı isteme girişimi başlattıklarını özetledikten sonra ikinci grup öğrencileri ahlaksız bir istekte bulunmakla suçluyor.

1.   Devlet üniversitesi rektörünün devlet bütçesi ile üniversite kampüsünde mescit açmasını liberalizmin değerleri ile uyuşturamadım.

2.   Hoca, Batı’daki önemli üniversitelerin ‘şapel’i olduğunu söylüyor ki bu doğru. Ancak şapeller sadece Hıristiyan öğrencilerin ibadethaneleri değildir. Her dinden insan şapelde ibadet edebilir.  Yani bir şapele girip namaz da kılabilirsiniz. Şapel, Atilla Hoca’nın yazısının devamında kullandığı ‘ibadethane’ sözünün tam karşılığıdır.

3.   Hoca, İTÜ'deki Budist Tapınağı talebinin toplumsal bir temeli olmadığını, yani böyle bir ihtiyaç bulunmadığını bildiklerini/bildiğini söylüyor. Böyle bir niyet okumanın da liberal değerlerle uyuşmadığını söylemek zorundayım. Beyanın esas olduğunu hesaba almayan bir liberalizmin kendisi  -din özgürlüğünden önce fikir özgürlüğü açısından- kendisi ile çelişir. 


4.   Hoca yazısında, İslam dininin ibadeti diğer dinlere kıyasla daha yoğun, ibadetleri zamana çok bağlı bir din olduğunu ve bir mescit ihtiyacnın zaruriyetini dile getiriyor.  Bu iddiaya namaz vakitlerinin iki büyük mezhepteki farklılığı, namaz vakitleri arasındaki sürelerin uzunluğu, her türlü mekanda ve şekilde namaz eda edebilmenin mümkünlüğü, kaza yolunun açık olduğu gibi pek çok karşı argümanla desteklemek mümkün. Tabi ki bunların hiçbiri zamanında ibadet etmek isteyenlerin bir ibadethanelerinin olmasını engellemez. Bunları yalnızca hocanın İslam dininin şekilci, Ortodoks yorumuna açıklık getirmek için söylüyorum.


5.   Sonuçta Atilla Yayla’nın ‘Din özgürlüğünü önemsemeli ve din özgürlüğü çerçevesine giren taleplere ayrımsız saygı göstermeliyiz.’ cümlesine sınırsız katılıyor, ABD’de devletin vatandaşına ibadethane, dini lider vs. sağlama gibi zorunlulukları olmadığını; buna rağmen bireylerin halen dindar olabildikleri ve her çeşit ibadethanelerini kendilerinin açma becerisi ve başarısının olduğunu söyleyerek bitirmek istiyorum.

Liberalizmde sadece çoğunluğun hakları değil, azınlığın hakları da korunmayı gerektirir.






[1] http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/atillayayla/budizm-islam-ve-din-ozgurlugu-2010335