Translate

Tuesday, February 24, 2015

DARYL CARR



Daryl Carr 1997 yılında Roger Williams Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünden mezun oldu. İki yıl Ürdün’de İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra Teksas Üniversitesi’nde Ortadoğu alanında yüksek lisans derecesi aldı. Daha sonra Boston Üniversitesi Sosyoloji  bölümüne doktora öğrencisi olarak Kabul edildi ve aynı bölümde asistanlık yapmaya başladı. 

Daryl ile Ortadoğu Çalışmaları Derneği’nin yıllık toplantısı öncesinde, Amerika’daki Türk Dilleri Öğretmenleri Derneğinin (AATT)  on yıldır gerçekleştirdiği Yüksek Lisans ve Doktora Öğrencileri  Hazırlık Konferansında tanıştım. Daryl hazırlık konferansı için yazı veren 28 öğrenci arasında başarılı olan ilk 12 öğrenciden biri oldu.
Daryl 22 Kasım Cumartesi günü gerçekleşen hazırlık konferansının ilk sunumunu yaptı. Konferansa katılımını değerli arkadaşım Doçent Dr. Roberta Micallef teşvik etmişti. Roberta ile ileri düzeyde Türkçe derslerinde Cemil Meriç’in Umran’dan Uygarlığa adlı eserini okumuşlar ve Daryl da buna dayalı bir analiz yazısı yazmıştı.  Cemil Meriç’in Umrandan Uygarlığa Adlı Eserinde Kozmopolit Yerellik adlı yazısında Daryl, Cemil Meriç’in yaşamının ilk yıllarında tanığı olduğu büyük Cumhuriyet  projesi dahilindeki yazılarını bir bağlam içinde sunmuştu. Sunumunda Cemil Meriç’in modernite, Batı, medeniyet ve Umran kavramlarını nasıl tanımladığını analiz etmiş ve Meriç’in Cumhuriyet projesini Türk toplumunun zengin kültürel mirasından uzaklaştırman milli bir proje olarak gördüğünü ,  medeniyet  sözünün Avrupalı-Weberci  modernite  ile özdeş olarak algılandığından bu moderniteye  inancını yitirmiş olan Meriç’in modernite ile birlikte anılan medeniyet sözünden sakındığını tartıştı.

Başarılı bir sunum oldu. Kendisine yöneltilen soruları son derece donanımlı bir şekilde cevapladı. Entellektüel kapasitesi yüksek bir bilim insanı olduğunu gösterdi.  Roberta’nın onu ne kadar takdir ettiğini hatırlıyorum. Türkiye’de bizim öğrencilerimizin okumadıkları veya  okuyup anlamakta zorlandıkları bir kitabı okumasındaki azmi ve başarıyı toplantıyı organize eden diğer  akademisyenler  de  takdir etmişti.
Daryl ile konferanstan bir gün önce 21 Kasım 2014’te Washington DC’deki Divan lokantasında Dr. Sylvia Önder’in organize ettiği geleneksel Türk yemeği sofrasında tanıştık. Son derece entellektüel, ufku geniş; sıcak, sevecen genç bu delikanlıyla kalabalık masada uzun uzun sohbet ettik. Yanımdaki 13 yaşındaki kızım ile de yemekte bulunan diğer öğrenciler ve  akademisyenlerle de her seviyede iletişim kurabilen mükemmel bir insan, geleceğin başarılı bir Ortadoğu ve Türkiye  uzmanı ile sohbetin tadını çıkardık.
Ne yazık ki 23 Şubat 2015 günü Daryl’ın ölüm haberini aldık.  Türkiye Çalışmaları sahası geleceğin kaliteli bir bilim insanını gencecik bir yaşta kaybetti.  Daryl’ın kendini nasıl tanımadığını bilmiyorum ama yaşasaydı, Türkiye Çalışmalarına başarılı katkılar sağlayabilecek bir Amerikalı olduğunu tereddütsüz söyleyebilirim. Daryl Carr Türkçeyi ABD'de öğrenip çok iyi konuşan öğrencilerden biriydi. Geride bize bir sunum ve sıcacık bir gülüş bıraktı, Daryl Carr (1985-2015). 






Monday, February 16, 2015

TECAVÜZÜN EVRENSELLİĞİ



Kadın-erkek güç ilişkisinde kaba kuvvetin en adice ortaya çıktığı alan erkeğin güç kullanarak bir kadınla zorla cinsel ilişkiye girmesidir. Hayvan doğasının tabii ihtiyacı olan cinselliğin karşılanma şekli tabiattaki hayvanlar arasında farklılık gösterir. Bazı hayvanlar dişilere onların rızası doğrultusunda yakınlaşır; bazı durumlarda dişiler, cinsel birleşme için erkeklerini seçerler. Malesef aynı durum insan türü içinde bir norma sahip değil. Hayvanlar arasındaki her türlü örnek insan toplumunda karşılık buluyor.

Tecavüz en gelişmiş toplumlarda dahi durdulamıyor. Dünya istatistikleri bu yönde.  Kadına karşı şiddet anketlerine göre ABD’de her altı kadından biri ve her otuz üç erkekten biri hayatı boyunca tecavüze uğruyor veya tecavüze uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor. Avrupa’da bu oranın en yüksek olduğu ülke ise İsveç; her dört kadından biri cisel tacize veya tecavüze uğruyor İsveç’te. İngiltere, Almanya, Fransa ve Kanada’nın yanısıra Hindistan ve Güney Afrika da dünyada en fazla tecavüz ve cinsel tacizin rapor edildiği ülkeler arasında.[1]

Toplumlar bu durumu azaltma için önlemler geliştiriyorlar. Bunlardan biri eğitim. Karşıdaki bedene saygı duymak ve onun alanına müdahale etmemek, temel davranış eğitimi. Anaokullarından başlayarak örgün eğitim kurumlarında öğrencilerden beklenen bu davranışı benimsemeleri. Bir başka  önlem ise  ceza yasalarında düzenleme yaparak  tecavüz suçlarına verilecek  cezaların ağırlaştırılması.

Özgecan Aslan’ın öldürülmesi Türkiye’de büyük bir sosyal hareketlenmeye sebep oldu. Gerek sosyal medyada gerek Türkiye genelinde kadınlar ve bazı erkekler bu duruma sessiz kalmadılar.  Kayseri’de başörtülü mazbut bir genç kız "Tecavüz davam vardı. Hakim 'Rıza!' dedi." diye haykırması çok manidardı. Özgecan’ın annesi kızını üniversiteye gönderdiği için pişmanlık yaşamadı, ölümünden kendisini sorumlu tutmadı; devletten adalet istedi. Tecavüz artık gizlenmesi gereken bir sır olmaktan çıktı, görünür bir toplumsal sorun haline geldi.

Kadına karşı şiddeti azaltamayan iktidar eleştirilerden nasibini aldı. İktidar bundan böyle tolumun şimdiye kadar ört bas ederek kendi içine attığı kadına karşı her türlü şiddeti çözme konusunda bir sınav vermek zorunda. Muhafazakar AKP ve bundan böyle hiçbir siyasi parti bu sorunu toplumun geçmişten getirdiği kültür kodlarına havale edemeyecek. Milletvekillerinin ortak olarak çözüm konusunda hızlı hareket etmesi gerekiyor. Neler yapılabilir?

Ülke genelinde: Tecavüz suçlarının mağdurun yaşına bakmaksızın ağırlaştırılmış müebbet ceza kapsamına alınması, tecavüz davalarının zaman aşımına uğramaması, davaların ivediklikle sonuçlandırılması, suçlunun tek kişilik hücreye konulması gibi düzenlemelerin ülke düzeyinde yapılması.  En küçük taciz suçlarının bile  ceza ile sonuçlanması.Sorunun sebepleri ve çözümü konusunda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığının  işbirliği içinde olması.

Yerel düzeyde: Her ilde gece evine yalnız gitmek zorunda kalan kadınlar ihtiyaç duyduklarında polisin onlara eşlik etmesi. Bu konuda bir telefon hattının kurulması. Kampüs içlerinde kampüs güvenliğinin kız öğrencilere yardım için öğrenci dernekleri ile işbirliği yapması.








Tuesday, February 10, 2015

AMERİKA’NIN İLK MÜSLÜMANLARI



Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’nın Amerika kıtasını Müslümanların keşfetmiş olduğu iddiasının kaynağı var mı bilmiyorum ama New York Times’ta yayımlanan bir yazı Amerika Birleşik Devletleri kurulmadan önce Müslümanların Amerika’daki varlıklarını delilleri ile açıklıyor.

Yazı  1528 yılında Faslı bir kölenin Teksas eyaletine gemi ile getirildiğinden, bundan 200 yıl sonra Louisina’da bir çiftlik sahibinin, Müslüman köleleri olduğunun kayıtlara geçirildiğinden , New Orleans adlı şehirde Abdurrahman ve Kuzey Carolina adlı eyalette Ömer İbni Sait adlı bir Müslüman’ın yaşamış olduğundan bahsediyor. Ayrıca yazıya göre köle olarak getirilen Müslümanlar okuma yazma biliyorlar. Yazı, Amerika’ya getirilen kölelerin tahminen %20’sinin Müslüman olduğunu iddia ediyor.

Aşağıdaki linkten ulaşabileceğiniz yazı, Müslümanların Amerikan kültürün başlangıcından bugününe kadar bir parçası olduğuna dikkat çekiyor.



http://www.nytimes.com/2015/02/09/opinion/the-founding-muslims.html?ref=topics&_r=0

KÜLTÜR SAVAŞLARI VE KÜLTÜREL HEGEMONYA



Bu yazımda kültür savaşlarının yol açtığı terör tehlikesinden, entellektüellerin kültür savaşlarındaki duruşlarının öneminden;  uzlaşmazlık  yaratsa da sanatın ve edebiyatın uzlaşmaların çözümünde gerekliliğinden ve  kültürel hegemonyanın nasıl oluştuğundan bahsedeceğim:

1989 yılında Madonna’nın Like A Prayer (Dua Gibi) adlı şarkısı ve klibi yayınlandığında muhafazakar Hıristiyanların tepkisini çekmişti. Kendisi de Katolik olarak yetişen Madonna’nın sözlerini yazdığı ve kilise müziği formatındaki şarkının klibi modern Meryem Ana ve modern Hz İsa imajlarını canladırıyordu. [1]
Madonna 2012 yılındaki  Ortadoğu’yu da kapsayan  dokuzuncu konser turunda bu tartışmalı şarkıyı dahil etti.  Şarkının adı ve nakaratındaki  ‘gibi’, dilbilgisel bağlamda bir benzetme edatı [‘edat-ı teşbih’] olarak kullanılıyor ve eylemler üzerinden benzetmeler yapılıyor.  Sözlerin bir kısmı için ‘Adımı dua gibi söylediğini duyuyorum,’ diyebiliriz.  1989 yılında dini referansları kullanarak üretilen şarkı dini semboller üzerinden bir tartışmayı açarken dünya pazarında uzun yıllar da yerini almış oldu.

Sosyolojik bir terim olan “Kültür Savaşları” ABD’deki muhafazakarlar ve liberaller arasındaki kutuplaşmanın yaşandığı bir takım  değerler üzerinden yürütülen tartışmalar için 1991 yılından bu yana kullanılıyor. Bu anlamda Amerikan iç politikasında üretilen kültür savaşları kürtaj, din ve devlet ayrımı, basına sansür, cinsel tercihler, silahların serbest edinimi, mahremiyet kavramları üzerinden gerçekleşiyor.

Kültür savaşları terimi tamamen siyasi bir terim ve arkasında aile, sanat, eğitim, hukuk ve tüm siyaseti kontrol etme endişesi/amacı yatıyor. Gramcsi bunu entellektüellerin kültürel hegemonya kurma mücadelesi olarak adlandırıyor. (Hapishane Notları) Gramsci’ye göre Kültür Savaşları entellekütüeller vasıtasıyla yürütülür bu yüzden de sosyal sınıflar kendilerini yaslayacak entellektüelleri üretir. Bugün Gezi olayları ile iyice ayrışan Türkiye liberallerine bu gözlükle bakmak gerekir. Bir kısım liberal, AKP’nin seçilmiş elitlerini hem ürettiler hem de bu seçilmiş elitlerin yeni oluşturduğu sosyal tabakada yerlerini buldular. Bu elitlerin tanımlarına uymayanlar kendiliklerinden veya  gerek içi gerek dış zorlama ile bu alandan ayrıldılar.

Semboller üzerinden daha yakın ve din eksenli bir kırılmada Charlie Hebdo adlı dergide Hz. Muhammed’in karikatürünün yayımlanması ile yaşandı. Kültür savaşları sanatla, estetikle veya siyasetle yapıldığı sürece tehlikesiz. Fakat Charlie Hebdo katliamında olduğu gibi kendi kültürünü korumak militanlaşmayı gerektirdiğinde bu terörizme ve her türlü sıcak savaşa yol açıyor. Bu anlamda kültür savaşlarının edebiyat, sanat çerçevesine çekilmesi Müslüman dünya açısından terörden, şiddetten ve savaştan kurtulmanın bir yolu. Diğer bir yöntem her durumu  kişisel bir hikaye olarak algılamak gerekliliği (Stuart Hall). Charlie Hebdo katliamında silahı çekenleri İslam kültürü çerçevesinde haklılaştırdığınızda (Hilmi Yavuz), sonu gelmeyecek olan kültür savaşları başlayacak ve  başka yerlerde başka tetikleri çekecek insanları motive etmek çok daha kolay olacaktır.  


Kültür savaşlarının bir başka boyutu yine siyaset içinde üretilen ve demokrasi açısından tehlikeli olan “kültürel hegemonya”. Yöneticilerin seçilmiş de olsalar, çoğunlukçu bir anlayışla kültürel hegemonyaya yönelmesi demokrasinin işleyişi açısından tehlikeli bir durum. Kültürel hegemonya bir ülkede yönetici sınıfın diğer sınıfları kültürel araçları kullanarak baskı altına alması anlamındadır. Kültürel hegemonya yönetici sınıfın evrensel olma arzusundan kaynaklanır.  Bir takım araçlarla yönetici sınıf silahlı güce başvurmadan vatandaşları hegemonyası altına alır ( Louis Althusser). Yol, havaalanı, köprülere verilen siyasetçi isimleri bu hegemonyanın bir aracıdır. Çocukları göndereceğiniz okulların yönetici tarafından tavsiye edilmesi (günümüz iktidarının İmam Hatip Liseleri vurgusu), (RTÜK vasıtası ile) medyanın kontrol altında olması, merkezden yapılan müfredat programları da kültürel hegemonyanın araçlarıdır.

Gramshi entellektüellere bir sınıf olarak bakmaz bir tabaka olarak bakar. Bu katman gaz gibi her farklı düşünen sınıfın içinde yer alır. Kendilerini, dünya görüşleri ve sosyal  sınıfları farklı da olsa,   aynı tabakadan yani entellektüel olarak görürler. Türkiye’de entellektüelleri arasındaki kırılma veya kutuplaşma bu tabakaya zarar vermekte olduğundan yine iktidarın amaçlarına hizmet etmekte ve hegemonyanın bir aracı haline gelmektedir.

Sonuç olarak, kültür savaşlarında araç sanat olmaya devam etmeli ve bunu Müslüman kesim de iyi anlamalıdır. Ayrıca iktidarın kültürel hegemonyasına karşı farkındalığı   ancak ortak paydada buluşan entellektüeller  yaratabilir ve bu entelektüel olmanın sorumluluğudur.









[1] https://www.youtube.com/watch?v=79fzeNUqQbQ

Kadınlar Camii: Kamusal Alanı "Pay"-laşmak



2005  yılında Emine Vedad’ın kadın imam olarak cuma namazını kadın-erkek karışık bir cemaate kıldırmasının üstünden geçen on yılda Amerikanın ilk kadın camii 30 Ocak Cuma günü ibadete açıldı.  Yerel gazetelerin ardından  America-Aljazeera, Huffington Post,  Wall Street Journal gibi pek çok gazete haberi okuyucuları ile paylaştı. Emine Vedad’ın  kadın imam olarak  kadın-erkek  karşık cemaate liderlik etmesi, Müslüman toplum  içinde yaygın  karşılık bulmadı fakat yine onun öncülüğünde başlayan ana kaynakları okuyup kadın gözüyle yorulama olarak kısaca ve kabaca tanılanabilecek İslami feminist hareket yavaş yavaş ilerlemesine devam ediyor.

California’da açılan kadınlar camii, farklı inançların ibadet yeri olarak hizmet veren eski bir havra (sinagog) içine açıldı. Burayı, Yahudiler ile Hıristiyanlar da ibadethane olarak kullanacaklar.  Cami için  harekete geçen iki genç Müslüman kadından biri komedi senaryosu yazarı ve yönetmeni M. Hesna Meznevi ve  topluluğun başkanı, uluslarası yolsuzluklar uzmanı Avukat Sena Muttalib hedeflerini gerçekleştirdiler. 

Genç kadınlar ve  topluluğun bazı üyeleri farklı bir kadın camii kurmanın gerekliliğini İslami feminist gerekçelere dayandırdılar. Çeşitli muhabirlerin sorularını cevaplayan kurucu kadınlar ve topluluğun diğer üyeleri camiinin kendileri için “güvenli bir alan” , “eşitlik duygusu yaşayabilmek için bir araç” olduğunu, “özellikle cami mimarilerinin elverişli olmamasından dolayı erkek dini lider olan imama ulaşmanın güçlüğü” yaşadıklarını; kadınlar için ayrı bir caami kurma fikrinin “Kuran’ı kendilerinin okuma ve yorumlama”, “kendi cemaatlerini kurma” istek ve ihtiyaçları neticesinde ortaya çıktığını; “kendi mekanlarında kendi seslerini duyurmayı” arzuladıklarını, “kadın liderliğini dini alanda göstermek” ve “kamusal yaşamda aktif olmak” istediklerini, bodrum katlarda veya arka saflarda ibadet ettikleri için  diğerlerinin algısında “ibadethanelerdeki ikinci sınıf statü” lü olma durumunu değiştirme isteklerinin etkili olduğunu ortaya koydular.

Amerika’da 2000 civarında cami var. California’daki  Kadınlar Camii  dünyanın ilk kadınlar camii değil. Geçmişte Hindistan’da,  Özbekistan’da ve  yakın zamanda Almanya’da ve Hollanda’da kadınlar camileri kurulmuş.

Kendilerine yöneltilecek eleştirileri  “Kadınları erkeklerden izole etmiyoruz; biz bir ihtiyaca cevap veriyoruz. ” diye açıklayan kadınlar, cami içinde başörtüsünün de zorunlu olmadığına dikkat çektiler.

Kadınlar camii kadınların özgür toplum içinde dini hayatlarını yaşamak için kendilerine ait mekanlarının olması bakımından görüldüğünde rasyonel bir edim. Nitekim yüzyıllar öncesinde de aynı ihtiyaç duyulmuş ve kadınlar kendi mekanlarında ibadet etmişler. İslam içinde kadınların kendilerine eşit yer aramaları ve bu yerleri fiili olarak var etmeleri, dini kayakları yorumlamada erkek egemenliğine başat gelme çabaları takdire değer. Ancak eşitlik adına kadınlara tanınan bu pozitif ayrımcılığın nihai durumda erkekler lehine eşitsizlik yaratacağı da ortada. Bir erkek bu camide ibadet etmek istediğinde ne olacağı sorusunun farklı cevapları beraberinde pek çok tartışmayı da getireceğe benziyor.

İslamiyetin ilk dönemlerindeki kadın imamların var olmuş olması günümüzde kadın imamlık  statüsünü yeniden kurmakta cazip görülmedi. Acaba kadın camileri yaygınlaşır mı?